ABD
Türkiye’nin NATO ile İlişkileri
Yayınlandı
12 yıl önceon
Türkiye’nin NATO’ya girmesi örgütün kurulduğu 1949 yılından 3 yıl sonra mümkün olabilmiştir. Türkiye’nin NATO’ya üyelik için harcadığı yoğun mesainin en önemli nedeni hemen yanı başındaki SSCB’nin yayılmacı politikaları olmuştur. Türkiye’den toprak ve Boğazların yönetiminde hak talep eden SSCB Türkiye’yi NATO’yla ittifak arayışına itmiştir.
Ancak Türkiye’nin NATO’ya üyelik talebinin tek nedeni SSCB ve güvenlik kaygıları da değildir. Oral Sander’e göre üzerinde çok durulan SSCB tehdidi, Türkiye’de zaten var olan isteği güçlendirip hızlandırmıştır. Türkiye, II. Dünya Savaşı sonrası dünyasında çok partili demokratik rejimi kurma çabaları ve çok önemli ekonomik kalkınma sorunlarıyla girmişti. Ekonomik kalkınma olmadan demokrasinin kurulamayacağı, kurulsa bile gelişemeyeceği evrensel olgusundan hareket eden Türk yöneticileri NATO üyeliğini “modern Türkiye” için gerekli görüyordu. Üstelik savaş sonrası siyasal istikrarsızlık döneminde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de yeni silahlarda ateş gücünün yükseltilmesi gerekiyordu. Türk yöneticileri tüm bu amaçların gerçekşemsinde dışarıdan gelecek ekonomik ve askeri yardımı bir önkoşul olarak değerlendirme eğilimindeydiler. Dolayısıyla Türk hükümetinin bakış açısına göre Türkiye’nin NATO üyeliği ekonomik, siyasal ve askeri gelişme amaçlarına yardım edecekti.[1]
Türkiye’nin 1950’lerdeki yoğun başvurularını karşılıksız bırakan örgüt karanını 1952’de değiştirmiştir. Burada Türkiye’nin Kore savaşına karılması önemli bir rol oynamıştır. Emre Kongar’a göre çeşitli başvurularımız geri çevrildikten sonra, NATO, sonunda Kore’de “ne denli kahramanca öldüğümüzü” görünce, Türkiye’ye kabul etmiştir. Kanlarımızla ödeyerek kabul edildiğimiz NATO’ya Türkiye en küçük birliğimize dek bütün askeri gücünü vermiştir.[2]
NATO’ya girmek için Türkiye’nin ödediği bedel oldukça ağır olmuştur. Misak-ı Milli sınırlarının binlerce kilometre uzağındaki bir coğrafyada askeri rol alabilmek için, çok hızlı ve Anayasa’ya aykırı bir şekilde hareket edilmiştir. Bunun sonuncunda kendisini başkalarının savaşının ortasında bulan Türk askerlerinden 721’i şehit, 234’ü esir olurken 672’si de yaralanmıştır. Savaşa katılan 175 Türk askerindense bir daha haber alınamamıştır.[3]
Üye olduğumuz 1952 yılından bu yana NATO, ülkemizin güvenliğinin temininde merkezi bir role sahip olmuş; ayrıca Avrupa-Atlantik topluluğuyla bütünleşme hedefimize kayda değer katkılarda bulunmuştur. Bunun karşısında ülkemiz de her zaman, diğer Müttefiklerle paylaştığı ortak değerlerin savunulması yönünde üzerine düşen sorumluluğu layıkıyla yerine getirmiştir.[4]
NATO bağlamında kolektif savunmaya vermiş olduğu koşulsuz destekle, Türkiye Doğu-Batı çatışmasının barışçı bir şekilde sona ermesine katkıda bulunmuştur. Soğuk Savaşın ardından uluslararası güvenlik ortamı değişirken NATO Türkiye’nin dış ve güvenlik politikasının değişmez bir olgusu olarak önemini muhafaza etmiştir.[5]
Türkiye Kore Savaşı’nda kazandığı başarılarla girdiği NATO içerisinde görev aldığı hemen her operasyonda sorumluluğunu hakkıyla yerine getirmiş olsa da bunun tam karşılığını alıp almadığı konusu tartışılmaktadır.
Kronolojik olarak değerlendirecek olursak, üyelik sürecinde NATO’nun Türkiye’yi hayal kırıklığına uğratan ilk tavrı 1964 yılında Kıbrıs’ta yaşanan kriz sonrasında oluşmuştur. Ada’ya müdahale ihtimali üzerinde duran Türkiye’ye NATO’nun en önemli üyesi sayılabilecek Amerika Birleşik Devletleri’nden gelen bir mektup örgütün tavrını da net bir şekilde ortaya koymuştur. Dönemin Amerika Birleşik Devletleri başkanı Lyndon B. Johnson tarafından Türkiye başbakanı İsmet İnönü’ye 5 Haziran 1964 tarihinde gönderilen, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini önlemek amacıyla ve kaba bir üslupla yazılmış mektupta olası bir savaşın Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin de Türkiye’ye müdahale ihtimalini doğuracağı ve NATO’nun böyle bir durumda Türkiye’yi savunma konusunda isteksiz olacağı ima edilmiştir. Oysa bu NATO’nun ortak savunma anlayışı ve 5. Maddesi (Üye ülkelerden birine yapılan tecavüz, tamamına yapılmış kabul edilir.) ile bağdaşmamaktadır. Yaşanan bu olay Türkiye’nin örgütle, Amerika Birleşik Devletleri ve genel olarak Batı ile kurduğu ilişkileri gözden geçirmesine neden olmuştur.
Johnson mektubu sonrasında Türkiye ABD’nin bağımlılığından kurtulmaya çalışarak, bu ülkenin Vietnam politikasına muhalefet etmiş, askeri yardımlar konusunda kendi ulusal endüstrisine ağırlık vermiştir. Öte yandan pek çok NATO ülkesiyle birlikte Türkiye de ABD’nin Çok Taraflı Nükleer Kuvvet Projesi’ne katılmayı reddetmiştir. Öte yandan halk nezdinde ABD aleyhtarlığı artış göstermiş ve NATO’ya yönelik tepki yoğunlaşmıştır.[6]
Başkan Johnson’ın mektubu Türkiye’nin Kıbrıs’a bir askeri müdahalede bulunmasını o gün için ertelese de takvimler 1974’ü gösterdiğinde Türk Silahlı Kuvvetleri Ada’ya barış götürmek için harekete geçmiş ve Kıbrıs çıkartması başlamıştır. Ancak on yıl sonra da Amerika Birleşik Devletleri’nin Kıbrıs konusundaki tavrı değişmemiş ve 1975 yılında Amerikan Kongresi tarafından Türkiye’ye silah ambargosu uygulanması kararlaştırılmıştır. Bu durum, yani askeri bir ittifakın iki önemli üyesi arasındaki silah ambargosu oldukça ironik bir durum oluşturmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’nin bu tavrı birçok Türk diplomat tarafından, NATO’nun temellerini sarsacak bir olay olarak değerlendirilmiştir.[7]
Türkiye’nin on yıllardır boğuştuğu terör sorununda da NATO ve NATO üyesi devletlerden beklediği desteği aldığını söylemek mümkün değildir. NATO’nun ve ayrı ayrı üye devletlerin Türkiye’ye destek olmadıkları gibi zaman zaman Türkiye’yi zor durumda bırakacak faaliyetlerde bulundukları da bir gerçektir. Bu nokta 1990’lı yılların ikinci yarısında PKK terörü ile mücadele etmeye çalışan Türkiye’ye “sivil halka karşı kullanılıyor” diye silah ambargosu uygulayan Almanya çarpıcı bir örnektir. Yine ilginç bir şekilde Türkiye’nin sınır ötesinde yaptığı operasyonlara da en sert tepki, ironik bir şekilde NATO üyesi devletlerden gelmiştir.
Türkiye’nin terörle mücadele sürecinde halkta oluşan imaj NATO’nun ve üye devletlerin Türkiye’ye destek olmaktan çok terör örgütüne destek verdiği yönünde oluşmuştur. Örneğin bunu Çekiç Güç sürecinde net bir şekilde görmek mümkündür. Çekiç Güç geldikten sonra Türkiye’de PKK’nın faaliyetleri büyük artış göstermiştir. Buna bir de Çekiç Güç görevlilerinin PKK’ya yardım malzemesi attığı, yaralı PKK’lıları kaçırıp yardım ettiği, karargah duvarlarını Abdullah Öcalan posterleriyle süslediği vb. gibi savlar eklenince, Türkiye kamuoyunda Çekiç Güç antipatisi iyice yükselmiştir.[8]
Bu noktada NATO’nun önde gelen ülkesi Amerika Birleşik Devletleri’nin PKK’ya doğrudan destek verdiği algısı sadece halkta değil birçok Türk akademisyende de oluşmuştur. Kimi akademisyenler PKK’yı “Yüzde 51’i ABD’ye ait anonim bir şirket” gibi tanımlarken, kimileriyse Çekiç Güç operasyonu sırasında Amerikan helikopterlerinin teröristlere yardım yaptığı kanısındadır. Hatta Türk Genelkurmay Başkanlığı’nın ABD’yi bu konuda defalarca uyardığı, cevap alamayınca da birkaç Amerikan helikopterinin düşürüldüğü gündeme yansımıştır.[9]
Tüm bunlara karşın Çekiç Güç’ün görev süresi ardı ardına uzatılmıştır. Çekiç Güç’ün görev süresinin ardı ardına uzatılmasının ardında Amerika Birleşik Devletleri ve NATO’nun Türkiye üzerindeki gücü etkili olmuştur. Öyle ki 9. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, TGRT televizyonunda yaptığı bir konuşmada şunları söylemiştir: “ABD’nin bazı girişimleri oluyor. İstekleri oluyor, bunları kabul ettikten sonra arkası geliyor. Parmağınızı veriyorsunuz kolunuzu kurtaramıyorsunuz. (…) Kim gelirse gelsin, Çekiç Güç’ü kaldıramaz. Çünkü ABD’ye çok bağımlı hale gelmişiz. Hem ekonomik olarak, hem de siyasi olarak.” Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in bu noktadaki görüşleri de öğretici niteliktedir. Demirel’e göre Türkiye Amerika Birleşik Devletleri ve Batı’dan uzaklaşmamalıdır. Demirel bunun nedenini şöyle açıklamaktadır: “Benim Batı’ya 50 milyar dolar borcum var. Ya ‘Öde!’ diye üzerime gelirse? O zaman ne yaparım?”[10]
Çekiç Güç tartışmaları sürerken, bu çokuluslu gücün Türkiye’de kalış süresini her altı ayda bir parmak kaldırarak onaylayan ya da reddeden milletvekillerinin bu konudaki bilgisizlikleri de dikkate değer bir noktadır. Ocak 1994’te Aktüel dergisinin TBMM’de Çekiç Güç aleyhine oy kullananlardan yirmi iki milletvekiline sorduğu üç soruya doğru yanıt verenlerin sayısı üçü geçememiştir.[11]
Kimi uzmanlar NATO’yu “Devlet içinde devlet” olarak tanımlamaktadır. Bu noktada NATO’nun olası bir Sovyet işgali sonrasında direnç sağlamak için kurdurduğu yer altı yapılanmaları gerekçe olarak gösterilmektedir. İtalya’da Gladio olarak adlandırılan örgütün pek çok NATO üyesi ülkede farklı adlarla faaliyet gösterdiği ve genellikle de ABD çıkarlarına uygun olarak hareket ettiği öne sürülmektedir. Türkiye’deki bu gayrı resmi yapılanmanın adının Özel Harp Dairesi olarak geçtiği görülmektedir.
Bu çerçeveden düşünülürse, Türkiye’nin yaşadığı darbe ve krizleri NATO çerçevesinde ele almak mümkün olmaktadır. Nitekim askeri bir müdahale sonrasında idam edilen Başbakan Adnan Menderes’in son yıllarda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne yakın politikalar izlediği bilinmektedir.
1980’de yaşanan askeri darbede de ABD ve NATO’nun çeşitli fonksiyonlar üstlendiği toplumun ve akademisyenlerin çoğunluğu tarafından kabul edilmektedir. Nitelim 12 Eylül 1980 öncesi ve sonrasında Türkiye’nin temel dinamiklerinin aldığı şekil sürecin nasıl da ABD lehine evrildiğini çok açık bir şekilde göstermektedir. 1970’lerin İran’daki yeni rejimi kurulur kurulmaz hemen tanıyan, U-2 savaş uçaklarının havalanmasına izin vermeyen, Amerikan Çevik Kuvvet projesine katılmayan ve Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesine karşı çıkan Türkiye’si, ABD’nin çıkarlarına uygun düşmemiştir. Türkiye’deki darbelerde, şekli olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin etkisi ve rolünü gösteren başka emareler de vardır: Örneğin, genelde darbeler öncesinde Hava Kuvvetleri Komutanları ABD’ye gitmişlerdir: 1971’de Muhsin Batur, 1980’de ise Tahsin Şahinkaya bu ziyaretlerde bulunmuşlardır. Öte yandan CIA bağlantılı Türkiye uzmanı Paul Henze de Başkan Carter’a hitaben “Sizin çocuklar darbeyi yaptı” diyebilmiştir.[12]
Türkiye’nin politikaları NATO ve Amerika Birleşik Devletleri ile uyuşmadığı zamanlarda ise Ankara hükümetine tepki dolaylı ve çok sert bir şekilde verilmektedir. Örneğin 1 Mart 2003’teki Tezkere krizi ardından 4 Temmuz 2003’te Kuzey Irak’ın Süleymaniye kentinde karargâh kurmuş bulunan 11 Türk askerinin Irak’taki ABD’li işgal kuvvetlerine bağlı askerlerce ve yanlarında peşmergelerin de bulunduğu bir ortamda, derdest edilmeleri ve başlarına çuval geçirilmek suretiyle götürülüp sorguya çekilmeleri Türkiye’ye sert bir mesaj niteliği taşımaktadır. Yaşanan bu olayın nedeni ise Türkiye’nin o dönemki politikalarıdır. Nitekim 1990’lardan bu yana Türkiye’nin güneydoğusu ve Ortadoğu’da faaliyet gösteren CIA ajanı Sam Faddis, anılarını anlattığı ve ABD’de piyasaya çıkan “Operation Hotel California” adlı kitabında, 2003 Irak Savaşı sırasında CIA timleriyle Türk askerleri arasında çatışmanın eşiğinden dönüldüğünü belirtmiştir.
Daha güncel olarak, Suriye’de yaşanan iç savaşın Türkiye sınırını aşması üzerine Türkiye NATO’yu seferber etmekte zorlanmıştır. Türkiye ile diğer NATO ülkelerinin tehdit algılaması arasında ciddi farklılıklar oluşmuş, Türkiye ülkeye konuşlandırılacak Patriot’lar için yoğun diplomatik çaba harcamak durumunda kalmıştır. Patriot’ların gerekliliği tartışılırken, bu savunma sisteminin NATO’nun Türkiye’nin arkasında olduğu imajı verilmek istendiği için ülkeye konuşlandırıldığı da iddia edilmiştir. Bu ki bu iddia olukça vahimdir çünkü Türkiye’nin NATO’dan destek alacağını göstermek için Patriot’lara ihtiyaç duymaması gereklidir.
Tüm bu bilgi ve yorumlar çerçevesinden düşünülecek olursa Türkiye’nin NATO üyeliğinin aslında her zaman geçerli bir güvenlik kalkanı oluşturmadığı ve maliyetinin çok ağır olabildiği net bir şekilde görülecektir. Bu bilinçle Türkiye dış politikada çok yönlü davranmaya çalışmaktadır. Avrupa Birliği üyelik süreci gittikçe uzayan, NATO ile ilişkilerinde dönemsel krizler yaşayan Türkiye başka arayışlara da girmekte ve bu noktada Şanghay İşbirliği Örgütü göze çarpmaktadır.
[1] SANDER, Oral, Siyasi Tarih 1918-1194, Ankara: İmge Kitapevi, 5. Baskı, 1996
[2] KONGAR, Emre, 21. Yüzyılda Türkiye, İstanbul: Remzi Kitapevi, 2000
[3] İŞYAR, Ömer Göksel, Karşılaştırmalı Dış Politikalar – Karşılaştırmalı Türk Dış Politikası, Bursa: Dora Yayınları, 2009
[4] T.C Dışişleri Bakanlığı, NATO – Türkiye’nin Örgütle İlişkileri, http://www.mfa.gov.tr/turkiye-nato-iliskileri.tr.mfa (13.04.2013)
[5] T.C Dışişleri Bakanlığı, Türkiye´nin Uluslararası Güvenlik Perspektifi ve Politikaları, http://www.mfa.gov.tr/i_-turkiye_nin-uluslararasi-guvenlik-perspektifi.tr.mfa (19.04.2013)
[6] İŞYAR, Ömer Göksel, Karşılaştırmalı Dış Politikalar – Karşılaştırmalı Türk Dış Politikası, Bursa: Dora Yayınları, 2009
[7] Kanal A, Dünden Yarına – NATO, http://www.youtube.com/watch?v=8QhbcOiKNRo&list=WLD93F6492DFBAF7DF (15.04.2013)
[8] ORAN, Baskın, Kalkık Horoz, Çekiç Güç ve Kürt Devleti, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1998
[9] Kanal A, Dünden Yarına – NATO, http://www.youtube.com/watch?v=8QhbcOiKNRo&list=WLD93F6492DFBAF7DF (15.04.2013)
[10] ORAN, Baskın, Kalkık Horoz, Çekiç Güç ve Kürt Devleti, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1998
[11] ORAN, Baskın, Kalkık Horoz, Çekiç Güç ve Kürt Devleti, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1998
[12] İŞYAR, Ömer Göksel, Karşılaştırmalı Dış Politikalar – Karşılaştırmalı Türk Dış Politikası, Bursa: Dora Yayınları, 2009
1988'de Adana'da doğdu. Uludağ Üniversitesi'nde Uluslararası İlişkiler, Anadolu Üniversitesi'nde Medya ve İletişim öğrenimi gördü. 2011'de Olay TV'de dış haber editörü olarak gazeteciliğe başladı. 2014'te Al Jazeera Turk'e katıldı. Blog, makale ve haber dallarında 6 ödülü bulunuyor. Politik Akademi'nin genel koordinatörlüğünü üstleniyor.
Serdar Balkan
13/02/2014 at 19:17
Çok yararlı bir yazı olmuş teşekkürler bende Uluslar Arası İlişkiler Okumayı Düşünüyorum
Damiana
14/02/2016 at 13:10
There’s a terrific amount of knelgodwe in this article!