Dünya üzerinde 2011 yılı Aralık ayı verilerine göre toplam 10 milyonun üzerinde mülteci ve sığınmacı bulunmaktadır. Mülteci ve sığınmacıların ülkelerine bakılacak olursa, Afganistan 2.644.400 kişiyle birinci sırada gelmekte, onu sırasıyla 1.428 kişiyle Irak, 1.077.000 kişiyle Somali, 500.000 kişiyle Sudan, 491.500 bin kişiyle Demokratik Kongo Cumhuriyeti, 414.600 kişiyle Myammar, 395.9000 kişiyle Kolombiya, 337.800 kişiyle Vietnam, 252.000 kişiyle Eritre ve 205.400 bin kişiyle Çin izlemektedir. Türkiye bu tabloda 15. sırada yer almaktadır.[1]
Dünyadaki mülteci ve sığınmacı sayısı her geçen gün artar, hatta 2011’de rekor bir arışta imza atarken, ülkelerini terk etmek zorunda kalan mülteci ve sığınmacılara kucak açan ülkeler de çoğalmaktadır.[2] Her ne kadar yetersiz olsa da birçok ülke Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği ile birlikte mültecilere ev sahipliği yapmaya çalışmaktadır. Bu ülkelerin başında Pakistan gelirken, onu sırasıyla İran, Suriye, Almanya, Kenya, Ürdün, Çad, Çin, Etiyopya, Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Tanzanya takip etmektedir.[3]
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin 2011 yılı raporuna göre sadece 2011 yılında yaklaşık 800 bin kişi ülkelerini zorla terk etmek zorunda bırakılmıştır. Raporda özellikle Libya, Suriye, Sudan, Somali ve Fildişi Sahilleri’ndeki çatışmalar nedeniyle yüz binlerce kişinin komşu ülkelere sığındığı vurgulanırken, yıl içerisinde en fazla mülteci alan ülkelerse Pakistan ve İran olarak sıralandı. Almanya ise ağırladığı 571.700 mülteci ile en çok mülteci kabul eden gelişmiş ülke olarak kendini gösterdi.[4] BM Mülteciler komiseri Antonio Guterres, yaşanan dev göç dalgalarına rağmen birçok ülkenin mültecilere sınırlarını açmasını teselli verici olarak değerlendirirken, bu ülkelerin başında Suriyeli mültecileri misafir eden Türkiye’nin geldiği vurguladı.[5]
Mülteci ve sığınmacılara birçok ülke kucak açarken, aslında onların “istenmeyen insanlar” olarak görüldüğü de bir gerçek. Öyle ki yaşanan birçok olay bu saptamayı doğrular nitelikte. Libya’da NATO destekli operasyonların da yapıldığı iç savaş sürecinde ülkelerinden kaçan Libyalıların yaşadıkları bu noktada önemli ve güncel bir örnek. Avrupa Konseyi 2012’nin Mayıs ayında küçük bir teknedeki 63 Libyalı mültecinin ölümü ile ilgili raporunda NATO’nun yardıma gitmediğini belirtti. Sadece 9 kişinin sağ kalabildiği olayda mülteci teknesi 15 gün Akdeniz’de bekledikten sonra yakıtı bitmiş ve Libya’ya geri sürüklenmişti.[6]
Olayla ilgili İngiliz The Guardian gazetesi ise daha çarpıcı iddiaları da gündeme taşıdı. Gazetenin haberine göre, tekne yolda arızalanınca, içerisindeki mülteciler Akdeniz’in ortasında iki haftadan fazla bir süre kurtarılmayı bekledi. Uydu telefonuyla ulaştıkları Roma’daki Etiyopyalı bir rahibin İtalyan yetkilileri uyarması da yeterli olmadı. Rahip Reverend Moses Zerai yaşanan süreci Euronews’e şöyle anlattı: “26 Mart Cumartesi günü bir helikopterin yanaşarak, güverteye içecek ve bisküvi attığını sonrasında ise gözden kaybolduğunu söylediler. Ardından hiçbir yardım da gönderilmemiş. Bunun üç gün akabinde ise, yakınlarından bir uçak gemisi geçmiş. Bu geminin hangi devlete ait olduğunu bilmiyorlardı, fakat 300-400 metre uzaklıktan geçtiği için kendilerini görmeme ihtimalinin söz konusu olmadığını belirttiler.”[7]
Yaşanan bu olay şüphesiz ki buzdağının görünen küçük kısmıdır. Ancak bu örnek bile tek başına mültecilerin nasıl da “istenmeyen insan” olduklarını gözler önüne sererken, insan hakları ve demokrasi uğruna askeri operasyonlar yapan kurumların aynı insanların “açlıktan ölmelerine” seyirci kalıp kalmadığı sorusunu da akıllara getirmiştir.