Jean-Jacques Rousseau ve Antropoloji
Connect with us

Makale Analiz

Jean-Jacques Rousseau ve Antropoloji

Yayınlandı

on

Aydınlanmanın yeni entelektüeller kuşağı informel kulüplerde bir araya geldi, sanat, felsefe ve toplumsal konuları tartıştılar. Özel mektuplar, günlükler; gazetelere, dergilere, romanlara dönüştü. Din ve tanrının toplumsal yapıdaki yerini zaman içinde akıl aldı; geleneksel dinsel inançlar hızla batıl inançlar durumuna; daha iyi bir toplumun ve aklın egemenliğinin yolundaki engellere dönüştü. “Aşkın” akla erişemeyenler bu akla erişenlerce bir akıl hiyerarşisinin alt basamaklarına terk edildi. Üstün akıl yetileriyle donatılmış Avrupa diğer toplumların, kültürlerin üzerine eğilmeye ve bu çerçevede kuramlar üretmeye başladı. İnsanın ne olduğuna, toplumsal dinamiklere, ilerlemeyi ortaya çıkaran koşullara dair pek çok kuramın temelleri bu dönemde atıldı. Antropoloji bilimini yaratma yolundaki ilk gelişmeler de böylesi bir iklimde ortaya çıktı.

Aydınlanma öncesi çalışmaların içeriklerinin antropolojik bir anlam ihtiva edip etmediği antropologlarca çokça tartışılmıştır ve bugün hala tartışmalar devam etmektedir. Thomas Hylland Eriksen ve Finn Sivert Nielsen, yazmış oldukları Atropoloji Tarihi adlı kitapta antropolojinin başlagıcına ilişkin bir araştırma üzerinden bu konuyu bir nebze olsun açıklığa kavuşturuyorlar; bu durumu antropolojinin iki temel unsuruna atıfla açıklama gereği duyuyorlar: Gezi yazarlığı ve sosyal felsefe.

“…Her şeyden önce buraya kadar (Aydınlanma döneminden bahsediyor) tartışılanların tamamının bu iki alt türden birine ait olmasıdır bunun nedeni. Antropolojik araştırmaların bu iki boyutu birleştiğinde, yani verilerle kuram bir araya getirilebildiğinde, ancak o zaman antropolojiden söz edebiliriz. Bize göre antropoloji modern bağlam dışında bir anlam ifade etmez.”[1]

Aydınlanma öncesi kültürler üzerine yapılan çalışmalar daha çok gezi yazıları olarak ele alınabilinecek çalışmalardır ve antropolojinin tamamlayıcısı sosyal felsefe; bir bakıma edinilen veriler üzerinden bir kuram oluşturma girişimi Aydınlanma döneminin bir ürünüdür.

Giambattista Vico bu nitelikteki ilk çalışmalardan biri olarak görülmekte. Vico, bütün toplumların belirli dört aşamadan geçtikleri evrensel bir toplumsal gelişme şeması ortaya koyuyor. Burada, ilk kez barbarlık ve medenilik arasındaki zıtlıktan kaynaklanmayan, bir dizi geçiş aşamasını tanımlayan bir toplumsal gelişme kuramıyla karşı karşıyayız.[2] Vico’nun La Scienza Nuova adlı çalışmasında bir toplumun sürekli daha ileri geliştiği tezi yerine bozulma ve büyüme döngüleri içinde bir ilerlemenin varlığından bahsedilmektedir. Vico’ nun kuramı pek çok düşünüre bir model oluşturmuştur. İlerleme düşüncesi ve ilerleme düşüncesine yönelik tepkiler antropolojinin kaynak aldığı noktaların en önemlilerindendir.

Bir diğer antropolojik nitelik taşıyabileceği düşünülen çalışma Montesquieu’ nu yazdığı Yasaların Ruhu adlı eserdir. “Montesquieu’ya göre; insanları dolayısıyla toplumları pek çok şey yönetir: İklim din, kanunlar, hükümet ilkeleri, tarihten alınan dersler, ahlak, örf ve adetler. Bunların hepsi bir toplumun “Genel Ruhu”nu, yani karakter özelliklerini oluşturur. “Her millette bu sayılanlardan bir veya birkaçı kuvvetli olabilir, diğerleri ise daha zayıf kalabilir. Örneğin vahşiler (ilkel ya da yerli diye nitelendirilen toplumlar anlamında) üzerinde iklim tek başına hükmederken, Çinlileri örf-adet yönetir; Japonları kanunlar baskı altında tutar, Isparta’da bir zamanlar ahlak etkindi; Romanın özelliklerini belirleyen ise hükümet ilkeleri ile eski gelenekler idi”[3] Montesquieu’nun yazdıkları kültürel çalışmalar ve kültür politik anlatılar için önemli bir başlangıç noktasıdır.

Montesquieu, Fransa’yı kendi yurttaşlarına anlatan iki İranlı’nın kurgusal mektuplarını içeren bir diğer kitabın; İranlıların Mektupları’nın da yazarıdır. Bu eserde yazılanların Montesquieu’nun kendi ülkesine dolaylı bir eleştirisi olduğu, yine yazılanların içeriğinin bugün geçerliliği olmadığı kabul  edilen kaynaklardan yararlandığı iddiası haklı görünmekteyse de eserin temasının atropolojik bir değer taşıdığı açıktır.

Değinildiği gibi, Aydınlanma modern bir bilim olarak Antropolojinin köklerini kuramsal boyutuyla içerisinde barındırır. Aydınlanma ile birlikte evren üzerindeki giz perdesi “kalkmış”, tüm gerçeklik kavranabilinir bir düzleme “oturtulmuştur”. Bu yeni düzleme oturtulmak ve orada çözümlenmek ihtiyacı duyulan bir diğer konunun başlığını ise “insan” oluşturmaktadır. Aydınlanma, içeriği insanın farklılıkları üzerine spekülasyon yapmalar ve insanın ne olduğu ile ilgili soyut akıl yürütmelerden oluşan bir antropolojinin sinyallerini vermektedir. Özellikle Montesquieu ve diğerlerinin çalışmaları, tüm bu içeriğe aittir. Ancak aydınlanmanın eleştirisini yapan bir aydınlanmacı olarak tanımlayabileceğimiz Rousseau’yu, bu çerçeve içine dâhil etmek ne denli doğru olur; tartışılması gerekir. Şu hususta diretmek gerekir ki Rousseau dönemin düşünce iklimine aykırı bir düşünürdür. Bu bakımdan Rousseau’nun yazdıklarına, değerlendirmelerine eğilmek, O’nu vareden koşullara değinmek yerinde olacaktır. Daha sonra ise Rousseau’nun düşüncelerinin Antropoloji disiplini çerçevesinde değerlendirilebilinir yanları üzerine dikkat çekmek isteyen bir analize girişilecektir.

Rousseau, Aydınlanma ve Modern Düşünce

Diğer aydınlanma düşünürlerinden, Rousseau’u tek kelimeyle imgelemeleri istenilseydi muhtemelen bu kelime “taşra” olurdu. Rousseau’nun, taşradan gelmiş biri olarak ait olmadığı yerde olan bir adam portresi çizdiği söylenebilinir. Yazdıklarında hep bir anlaşılmak, kabul görmek endişesi vardır. Rousseau’nun tüm yalnızlığına rağmen vazgeçmek için fazla inatçı bir kişilik yapısına sahip olduğu da söylenebilinir. Büyük umutlar besleyerek geldiği Paris’te, gelmiş olduğu Cenevre kentinden anlatıları, aşağılanır bir tavırla ya dinlenir ya dinlenmez. En ağır sorunları bile hafif ve nükteli bir tarzda tartışmayı bilmek gerekir; o ise ciddidir ve fikirler çatışmasına bütün ruhunu katar. O’nun insan anlatıları, fildişi kulelerinde yerlerini almış Fransız aydınına göre içeriği bakımından farklılaşır; kimi zaman diğer aydınlanma düşünürleri için çekilmez bir hal bile alır; sıklıkla Voltaire’e alay konusu olur.

Değinildiği gibi Rousseau’nun fikirleri dönemin insan potülası düşüncesine yönelik bir eleştiri niteğindedir. Belki de bu yüzden İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı adlı söylevinin önsözünün ilk cümlesinde; “İnsanların sahip oldukları bilgiler içinde en fazla yararlı ve en az ilerlemiş olanı, insan hakkındaki bilgi gibi görünüyor.”[4] demiştir. Diğer bir eseri Toplum Sözleşmesi’nin birinci kitabının ilk cümlesi ise “Niyetim, insanları oldukları gibi, yasaları da olabilecekleri gibi ele alıp…” [5] diye başlamakta. Tüm bunlardan yola çıkarak; Rousseau’nun, aydınlanmanın yaratmış olduğu insan postülasının içeriği ve derinliği ile ilgili şüpheleri olduğu sonucuna ulaşılabilineceği düşünülmektedir.

Rousseau’nun içinde bulunduğu düşünce iklimine aykırılığı yaşamında olduğu gibi eserlerinde de gözlerden kaçamamaktadır. “Rousseau’nun ilk eseri olan Bilimler ve Sanatlar Hakkında Nutuk’ta modern bilimin ve Aydınlanma’nın ilerleme düşüncesinin ve klasik liberalizmin temel varsayımlarına eleştirel bir bakış sunulmaktadır. Bu eserin ana düşüncesi, “ilimlerimiz ve sanatlarımız tekâmüle doğru gittikçe ruhlarımız bozulmuştur” cümlesiyle özetlenebilir.”[6] İlerleme, dönemdaşlarının aksine, Rousseau’nun düşüncelerinde belirleyici bir yer tutmamaktadır. Benzer tutum post-modern antropologlarca da benimsenmekte ve savunulmaktadır. Pierre Clastres’in, Devlete Karşı Toplum tezinde; “Bir kere şu noktada ısrar etmemiz gerekir: ilkel toplumlar daha sonraki toplumların gelişmekte geç kalmış tohumları ya da anlaşılmaz bir hastalık yüzünden “normal” seyri kesintiye uğramış topluluklar değildirler; doğruca, önceden belirlenmiş, ama ancak sonradan öğrenilen sona ulaşan bir tarih mantığının başlangıç noktasını oluşturmazlar.”[7] derken Rousseau’cu bir damardan beslendiği açıktır. Buradan hareketle antropoloji disiplininde farklı damarların(aydınlanmanın karakteristiğini taşıyana göre farklı) varlığının söz konusu olabileceği de iddia edilebilinir.

Bu çalışmada Rousseau’nun ele alınış sebebi iki ana başlıkta toplanabilinir. Birinci neden, yukarıda da değinildiği üzere; Rousseau’nun, antropolojinin köklerini aradığımız aydınlanma düşüncesindeki yeri ve duruşu: Rousseau Aydınlanmanın eleştirisini yapan bir aydınlanmacıdır. Rousseau’nun düşüncesinin kavranması, modernizmin ve modernizme yöneltilen eleştirilerden birinin kavranması olmaktadır.[8]

Ayrıca; Rousseau’nun gücün hak yaratmadığı noktasındaki düşünceleri de antropoloji disiplinince büyük önem arz etmektedir. Bu düşünce günümüz antropolojisinin emperyalizm kritiğine meşruiyet sağlayan önemli bir kabul olarak görülecektir.

İkinci neden ise; Rousseau’nun yazdıklarının ve savunduklarının antropoloji disiplininde karşılık bulabilirliği. Rousseau’nun hayal gücü eşsizdi. Bunu yazdıkları romanlarda, doğal durumun ne olduğuna dair söylediklerinde ve en nihayetinde yazdığı Toplum Sözleşmesi kitabında açıkça görebiliyoruz. Kurduğu ideal toplum modeli ile daha sonra antropolglarca kaydedilen buluglar arasındaki ilginç benzerlikler söz konusudur. Çalışmanın amacı özellikle buna dikkat çekmektir. Bu yüzden öncelik bu konuya verilmiştir.

Bu iki neden sayesinde; antropoloji disiplininde aydınlanmadan ve moderniteden kaynak alan, Foucault ve diğer pek çoklarının öne sürdüğü gibi bir boyutun varlığı dışında, başka bir boyutun varlığını da irdelemiş olabiliriz.

Rousseau Ve Antropoloji Disiplini

“Rousseau’nu sunduğu katkılar, siyasal sosyoloji ve antropoloji uzmanları tarafından her zaman layıkıyla takdir edilmemiştir. Gelgelelim bu katkı, C. N. Parkinson’ un “18. yüzyıl retoriği” gözüyle baktığı bir argümatasyona; insan türünü “ilkel” durumdan çıkarak varoluşunu değiştiren hipotetik bir sözleşmeye indirgenemez. Rousseau, her ne kadar imkânsız bir köken araştırmasına girişse de “vahşi halkların adetlerini kurgusal bir şekilde ele alır ve onların kültürel ve tarihsel boyutlarıyla ilgili bir görüye sahiptir.”[9]

Georges Balandier’ in de söylediği gibi Rousseau’ nu giriştiği imkânsız köken araştırması vahşi halkların adetlerini kurgusal bir şekilde ele alır. Çünkü dönem içinde böyle bir araştırmaya kaynak oluşturabilecek nitelikte ve nicelikte bilgi yetersizliği söz konusudur. Ancak Rousseau’nun hayal gücü o kadar geniştir ki; kurguları, günümüz antropolojik çalışmalarının bulgularıyla şaşırtıcı derecede tutarlılık gösterebilmektedir. Staruss’un anlattığı gibi: Rousseau’nun zamanında yeterli veri yoktu. Yine de Rousseau, fikir birliğinin bir toplumun varoluşunda kuramsal önkoşul olduğunu açıkça gördü; bu, oldukça aşağı toplulukların sistemli biçimde uyguladıkları bir ilkedir.”[10] Levi Strauss’ un dikkatleri çektiği bir nokta daha var: Rousseau’nun oy birliğine dayanan genel iradesi ve demokrasi kurgusunun işleyiş tarzı, birçok Amerikan yerli kabilelerinin karar alma uygulamalarıyla şaşırtıcı derecede benzerlik göstermektedir.

Genel İrade ve Amerikan Yerlileri

“Böyle toplumlarda, insanlar birbirlerine danışırlar ve oylarını verirler; sorunlar, ancak fikir birliğine varılmasıyla çözümlenir. Sanki şuna inanmışlardır: Önemli bir karar alınacağı zaman, toplumun en ufak bir kesiminde bile olsa, seçimi kaybetmekten ötürü bir kırgınlık, desteklenmemekten doğan hayal kırıklığı, kızgınlık varsa, güçlü ve büyüsel bir etki, seçim sonuçlarını tehlikeye sokacaktır. Bu nedenle bazı toplumlarda önemli bir karar alınacağı zaman, bir iki gün öncesinden bir dövüş töreni düzenlenir, böylece tüm eski kavgalar, salt taklit niteliğinde olan, ama tehlikeyi en aza indirecek önlemler alındığı halde, çok ender olarak kaza da çıkabilen bu döğüşlerde kapanır. Bu yolla toplum, anlaşmazlıkların temelini ortadan kaldırır, ve ancak bu yapıldığında yeniden canlanan, güçlenen topluluk, kendini görüş farklılıklarından arındırarak, fikir birliğine dayalı kararlar alabilecek ve dolayısıyla tüm topluluğun ortak istemini dile getirecek bir konuma gelir.”[11]

Pierre Clastres’e göre de, siyasal örgütlenme açısından ele alırsak; Amerika’daki yerli toplumların çoğunun en belirgin özelliği, demokrasi anlayışı ve eşitlik duygusudur: “Brezilya’daki ilk gezginlerin ve yöreyi onlardan sonra gezen etnograflarında birçok kez belirttiği gibi, yerli şefin en çarpıcı özelliği, otoriteden hemen hemen bütünüyle yoksun oluşudur, bu toplumlarda siyasal işlevin pek az farklılaştığı anlaşılıyor. Dağınık ve yetersiz olmasına rağmen, elimizdeki belgeler tüm Amerika araştırmacıların dikkatini çekmiş olan bu güçlü demokrasi eğilimini doğruluyor.”[12]

Antropologların çalışmalarında -Amerikan yerlilerinin tamamına genellenebilinecek nitelikte olmasa da- Rousseau’cu demokrasi ve eşitlik anlayışının ayrıntılarını görmek mümkün. Bu noktada, politik antropologlar için de tartışma konusu haline gelen diğer bir durum; ilkel olarak adlandırılan toplumlarda iktidar ve otorite kavramlarının yeri. Bu tartışmalar antropoloji disiplininde bir çatallaşmaya dönüşmekte ve bu çatallaşma antropoloji çalışmalarına farklı paradigmalar hediye etmekte. Bu durumun kaynağındaki soru ise ilkel olarak adlandırdığımız toplumlarda devletin varlığı sorusu. Ancak şunu da söylemek gerekir ki bu paradigmaların ortaya çıkardığı yeni veriler, ideologların retoriğine katkı sağlamakta; bir anlamda antropoloji her defasında modern bilimin bilindik karakteristiğine malzeme olmakta. Diğer bir taraftan, söz konusu insan olunca antropolojinin bize sunduğu çok farklı kaynaklardan çeşitli veriler, modern düşüncenin tek bir aklın varlığı tezine yönelik kuşkucu bakışları arttırmakta.

Pierre Clastres, antropolojide iktidar konusuna şu şekilde eğilmekte: 1. siyasal iktidar nedir? Yani: Toplum nedir? 2. Zorlayıcı olmayan siyasal iktidardan zorlayıcı siyasal iktidara nasıl geçilmektedir?[13] Bu çerçevede bahsi geçen Amerikan yerlilerindeki ve Rousseau’nun anlatısındaki durumun, zorlayıcı olmayan siyasal iktidar kategorisine girdiği söylenebilinir. Genel iradenin bir biçiminin var olduğu ilkel kabile topluluklarında, “zorlayıcı siyasal iktidar” niteliği taşıyabilecek bir yönetsel erkin varlığı söz konusu değildir. Kabile şeflerinin bu çerçeve içerisinde değerlendirilmesi söz konusu olmuşsa da; bulgularla bu tür değerlendirmeler arasında bir çelişmenin varlığı söz konusudur.

Yasacı ve Şef

Bilinenin aksine, Amerikan yerliliğindeki şef; kabile üzerinde mutlak, zorlayıcı bir otoriteye sahip değildir. Arjantin’ in chaco yöresinde yaşayan bir Abipon kabilesinin komutanı, büyük şef Alaykin, kabilesini istemediği bir savaşa sokmak için kendisini ikna etmeye çalışan bir İspanyol subayına verdiği yanıtta bu ilişkiyi çok güzel açıklar:

“Abiponlar, atalarından kalma bir alışkanlıkla şeflerinin istediği gibi değil, kendi istedikleri gibi hareket ederler. Evet ben onların yöneticisiyim, ama onların aleyhine olacak bir şey yapmam her şeyden önce bana zarar verir; kardeşlerime emir vermeye ya da onları zorlamaya kalkışırsam, o an bana sırtlarını dönerler. Oysa ben onların nefretini değil, sevgisini kazanmak isterim.”[14]

Böyle durumlarda kabile üyelerinin ancak genel bir irade oluşturması ile bu karar alınabilinirdi. Peki, Amerikan yerlilerinde şefin işlevi tam olarak nedir? Amerikan şefliği, nitelikleri bakımından Rousseau’nun “yasacı” olarak adlandırdığı kurgusal bir kişiliği çağrıştırmaktadır.

Öncelikle, yasacının karar alma; yani yasa çıkarma hakkı yoktur. Yasacılık “insanların bütün tutkularından geçtiği halde hiçbirine kapılmayan, insan doğasını bildiği halde, onunla hiçbir ilişkisi bulunmayan” bir kişilik yapısını gerektirir.

“Yasacı, mutluluğu bizimkine bağlı olmamakla birlikte, mutluluğumuz için çalışmayı istesin ve zamanın akışı içinde, uzak bir onur payıyla yetinsin.” “Yine o kimse insan yapısını güçlendirmek için kendini değiştirecek; hepimizin doğadan aldığı maddesel ve bağımsız varlığımızı ahlaksal bir varlığa çevirecek, onu bütünün bir parçası durumuna sokacak güçte olmalıdır.” [15]

Rousseau’nun çizmiş olduğu tabloda yasacının işlevi, Amerikan yerlilerindeki şefin toplumsal işlevi arasında benzerlik söz konusudur. Şef, daha öncede değinildiği gibi karar almakta ancak sözüne güvenilebilinecek bir kişi konuma sahiptir; ötesine değil. Diğer yandan kendini kabilenin işlerine adamıştır. Şef herhangi bir kararın alınmasının gerekli olduğunu düşündüğünde bu kararı ancak ortak bir kamuoyu oluşturarak hayata geçirebilir.

R. Lowie 1948′ de kaleme aldığı bir yazıda, kendisinin titular chief adını verdiği şef tipinin ayırt edici özelliklerini çözümlerken, yerli liderde üç ana özellik bulunduğunu belirtir:

  1. Şef bir barış mimarıdır.
  2. Şef Mülkiyet konusunda cömert olmalı, tebaasının hiç bitmeyen taleplerini geri çevirmekten kaçınmalıdır.
  3. Ancak iyi bir hatip şefliğe yükselebilir.[16]

“Bazı yerli kabilelerinde şefi tanımak çok kolaydır çünkü serveti diğerlerinden daha az, süsleriyse daha gösterişsizdir. Bunların dışında her şeyini hediyeler için harcamıştır.”[17]

Rousseau’nun aramaya koyulduğu, kurguladığı “yasacı” böylesine bir karakter olsa gerek.

Rousseau; Kültürel Görececiliğin Kıvılcımları

Geniş ve elverişli kıyılarda mı oturuyorsunuz? Denizi gemilerle kaplayın, ticareti ve gemiciliği ilerlemeye bırakın: kısa ama parlak bir ömür sürersiniz. Kıyılarınız hemen hemen yanaşılmaz kayalıklarla mı dolu? O zaman barbar kalın ve balıkla geçinin: daha rahat, belki de daha iyi, ama şaşmacasına mutlu yaşarsınız. Kısacası herkesin ortak malı olan ilkeler yanında, her ulusun kendine bir düzen sağlayan ve yasalarını kendine özgü duruma sokan bir takım nedenleri vardır.(2009, s. 50)

Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi adlı eserinden alınan yukarıdaki paragraf, bir post modern düşünürün ağzından dökülürcesine görececilik bağırmakta. Rousseau “her ulusun kendine bir düzen sağlayan ve yasalarını kendine özgü duruma sokan bir takım nedenleri vardır” derken, bu nedenselliği hiç şaşmadan “barbarlık”a da bahşetmekte. Fransız deneme yazarı, ünlü düşünür Montagine’in yazdıkları akıllara geliyor: “Aklın kurallarına uyarak barbar diyebiliriz Yamyamlara, ama bize benzemiyorlar diye barbar diyemeyiz onlara; çünkü barbarlıktan yana onları her bakımdan aşmaktayız.” diye giriş yapar Montaigne, Yamyamlar isimli denemesine. Ve devam eder; eğer bir yamyam kabilesinde doğmuş olsaydı, muhtemelen kendisinin de insan eti yiyeceğini söylemeye kadar vardırır işi. Rousseau’nun “barbarlık” ve “soylu vahşi”lerle ilgili düşüncelerinin Montaigne’den mülhem olduğu iddia edilebilir.

Rousseau’nun içinde yaşamak istediği toplum; kendi kendine yetebilen, aklı kendinden mülhem, adeta zaman içinde dondurulmuş bir toplum. Bu söylem ideolojik çağırışımlar yapmış ve yapabilecek olsa da, bu durum belirli bir zihniyet tarafından yapılmış bir spekülasyon olmaktan öteye geçemez. Bizim Rousseau yorumumuza göre; Rousseau her türlü ilkelliği ve barbarlığı; modern durumun getirdiği her türlü düzene tercih edebilirdi. Modernliğin sorunu baştandır, sözleşmeye değil güce dayanmasındadır. Ve onların aklı hakka değil güce dayanmaktadır. O yüzden her toplumun kendi aklıyla pişmesi, olgunlaşması hakçadır.[18]

“Deli petro onu(Ruslardan bahsediyor) her şeyden önce Ruslaştırmakla işe başlaması gerekirken Almanlaştırmak, İngilizleştirmek istedi. Uyruklarına olmadıklarını olmuşlar kanısını vererek, onları olabilecekleri olmaktan alıkoydu.”[19]

Rousseau’nun buradaki eleştirisinin ise, aşkın aklın hükümranlığı altına girmek şeklinde yorumlanabilecek Rus modernleşmesini hedef aldığı aşikârdır. Ancak Rousseau’nun görececiliğini yalnızca devlet ve modernleşmeyle sınırlamak, Rousseau’yu daraltmak demektir. Rousseau, Toplum Sözleşmesindeki “Her yönetim her memlekete gitmez” adlı bölümde, farklı kültürlerde yaşayan insanların farklı niteliklere sahip olduğunu söyler ve ele aldığı milletlerin/uyrukların/halkların; toplumsal/biyolojik/kişisel özelliklerini; egosantrik peşin yargılarla -Montesquieu’daki gibi- bezemeden ve alaycı olmayan bir neden sonuç ilişkisi çerçevesinde; ölçülü bir şekilde değerlendirir. Bu da antropolojide kültürel görececi yaklaşımlarla tutarlılık gösteren bir değerlendirme türüdür. Kültürel görecelik: Kişinin başka kültürlerin uygulamalarını anlama çabasıyla kendi yargılarını bir kenara koyması gerektiğini öne süren bir tezdir. Çabuk ve büyük yargılara ulaşmaktan kaçınır. Her kültür, özel bir gösterge ya da insanlık fenomeni için bir örnek olarak anlaşılabileceği için; aynı zamanda değişik kültürleri “derecelendirme” ve kendi doğal sınıflarında sıralamak için hatasız bir metot keşfedilemeyeceği için, her kültürü bir diğeri ile aynı seviyede kabul etmek gerekir. Bu, antropolojide antik çağdan miras bir görüşü hatırlatmakta: “Her şeyin ölçüsü insandır.

 


[1]             T. H. Eriksen & F. S.Nielsen,  Antropoloji Tarihi, Çev: A. Bora, İstanbul: İletişim Yayınları, 2010, s. 20

[2]             T. H. Eriksen & F. S.Nielsen, Antropoloji Tarihi, Çev: A. Bora, İstanbul: İletişim Yayınları, 2010, s.23

[3]             D. D. Gürkan, MONTESQUEU VE KANUNLARIN RUHU(Hukuk Sosyolojisi Açısından Bir Değerlendirme),  Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Sayı 1, Cilt 40, 1988, s.  12

[4]             J.-J Rousseau, İnsanlar Arası Eşitsizliğin Kaynağı, Çev: R. Nuri İleri, İstanbul: Say Yayınları, 2006, S. 24

[5]             J.-J Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Çev: V. Günyol, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009, s. 3

[6]             F. Mollaer, Modern Bilim ve Kapitalizmin Erken Bir Eleştirisi: J. J. Rousseau’nun Felsefesi, Kaygı: Uludağ Felsefe Dergisi , 2005, 49-66., s. 58

[7]             P. Clastres, Devlete Karşı Toplum, Çev: M. Sert, & N. Demirtaş, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2006, s. 170

[8]             F. Mollaer, Modern Bilim ve Kapitalizmin Erken Bir Eleştirisi: J. J. Rousseau’nun Felsefesi, Kaygı: Uludağ Felsefe Dergisi , 2005, s. 65

[9]             G. Balandier, Siyasal Antropoloji, Çev: D. Çetinkasap, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2010, s. 9

[10]           C. Levi-Strauss, Irk, Tarih Ve Kültür, Çev: H. Bayrı, R. Erdem, A. Oyacıoğlu, & I. Ergüden,  İstanbul: Metis Yayınları,1994, s. 111

[11]           C. Levi-Strauss, Irk, Tarih Ve Kültür, Çev: H. Bayrı, R. Erdem, A. Oyacıoğlu, & I. Ergüden,  İstanbul: Metis Yayınları,1994, s. 110

[12]           P. Clastres, Devlete Karşı Toplum, Çev: M. Sert, & N. Demirtaş, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2006, s. 26

[13]           P. Clastres, Devlete Karşı Toplum, Çev: M. Sert, & N. Demirtaş, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2006, s. 23

[14]           P. Clastres, Devlete Karşı Toplum, Çev: M. Sert, & N. Demirtaş, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2006, s. 177

[15]           J.J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Çev: V. Günyol, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009, s.38

[16]           P. Clastres, Devlete Karşı Toplum, Çev: M. Sert, & N. Demirtaş, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2006, s. 28

[17]           P. Clastres, Devlete Karşı Toplum, Çev: M. Sert, & N. Demirtaş, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2006, s. 28

[18]           Ancak şunu da söylemek gerekir ki; Rousseau’nun fark etmekte zorlandığı şey; gücün hak getirmediği gibi, hakkında gücü getiremeyeceğidir. Tatarlar ve Korsikalılar hakkındaki öngörülerinde yanılmış olması buradan kaynaklanmaktadır.

[19]           J.J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Çev: V. Günyol, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009, s. 43

 

Kaynakça

Balandier, G. (2010). Siyasal Antropoloji. (D. Çetinkasap, Çev.) İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Clastres, P. (2006). Devlete Karşı Toplum. (M. Sert, & N. Demirtaş, Çev.) İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Eriksen, T. H., & Nielsen, F. S. (2010). Antropoloji Tarihi. (A. Bora, Çev.) İstanbul: İletişim Yayınları.

Foucault, M. (1994). Kelimeler ve Şeyler. (M. A. Kılıçbay, Çev.) Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.

Gürkan, D. D. (1988). MONTESQUEEU VE KANUNLARIN RUHU(Hukuk Sosyolojisi Açısından Bir Değerlendirme). Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi .

Haviland, W. A., Prins, H. E., Walrath, D., & McBride, B. (2008). Kültürel Antropoloji. (İ. D. SARIOĞLU, Çev.) İstanbul: Kaknüs Yayınları.

Levi-Strauss, C. (1994). Irk, Tarih Ve Kültür. (H. Bayrı, R. Erdem, A. Oyacıoğlu, & I. Ergüden, Çev.) İstanbul: Metis Yayınları.

Mollaer, F. (2005). Modern Bilim ve Kapitalizmin Erken Bir Eleştirisi: J. J. Rousseau’nun Felsefesi. Kaygı: Uludağ Felsefe Dergisi , 49-66.

Rousseau. (2009). Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev. (İ. Yerguz, Çev.) İstanbul: Say Yayınları.

Rousseau, J.-J. (2009). Toplum Sözleşmesi. (V. Günyol, Çev.) İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Rousseau, J.-J. (2006) İnsanlar Arası Eşitsizliğin Kaynağı. (R. Nuri İleri Çev.) İstanbul: Say Yayınları

Devamını Oku
Reklam
Yorum Yapmak İçin Tıklayın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Copyright © 2022 Orbis Medya Bilgi ve İletişim Teknolojileri Ltd. Şti. Her hakkı saklıdır. Web sitemizdeki haber, makale ve içeriklerin her hakkı saklıdır. İçeriklerimizin izinsiz kullanımı halinde yasal işlem başlatılacaktır.