Türkiye’nin Değişen Lübnan Politikası ve Sorunlar
Connect with us

ABD

Türkiye’nin Değişen Lübnan Politikası ve Sorunlar

Yayınlandı

on

2000’li yıllarda Türkiye Suriye arasındaki ilişkilerin yumuşama sürecine girmesi Türkiye’nin Lübnan’la olan ilişkilerine de olumlu yansıdı. 90’lı yıllarda Lübnan’dan Türkiye’ye yönelik orta düzeydeki diplomatik ziyaretler Türkiye tarafından karşılıksız bırakılmıştı. Türkiye’nin yakın çevresindeki kriz alanlarını ortadan kaldırmayı ve bu bölgelerle siyasi ve ekonomik işbirliğini arttırmayı hedefleyen dış politika stratejisi, diğer Arap devletlerine olduğu gibi Lübnan’a yönelik de aktif diplomasiyle desteklenen yeni açılımlar yapmasına sağladı. Mayıs 2004’te dönemin Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin Türkiye ziyareti ve Temmuz 2004’te dönemin Türkiye Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Beyrut ziyareti ilişkilerin seyrinde tarih bir dönüm noktası oldu. Türkiye, bu ziyaretin ardından Lübnan’a birçok üst düzey diplomatik ziyarette bulundu. Bu çerçevede Türkiye’nin Lübnan’daki politik gelişmelere müdahil olmasını sağlayan üç önemli olaydan bahsedilebilir.

  • 14 Şubat 2005 Hariri Suikastı
  • Temmuz-Ağustos 2006 Lübnan Savaşı
  • Ekim 2007- Mayıs 2008 Lübnan Devlet Başkanlığı Krizi

2005’teki Refik Hariri suikastı, Lübnan iç politikasında önemli sonuçlar doğurdu. Suikasta tepki olarak ortaya çıkan sokak gösterileri ülkede Suriye karşıtı bir atmosfer yarattı. Bu atmosferin ve uluslararası baskıların sonucu, Nisan 2005’te Suriye’nin askerlerini tamamen çekmesiyle Lübnan bağımsız hareket edebilen bir aktör olma fırsatı elde etti. Haziran 2005’teki parlamento seçimlerini kazanan Suriye karşıtı koalisyon yeni hükümeti kurdu. Fakat yeni kurulan hükümet, Lübnan’a istikrar getirmek yerine ülkeyi siyasi kutuplaşmaların ve güvenlik sorunlarının arttığı çatışmacı bir sürece sürükledi. Türkiye, Hariri suikastını diğer tüm devletler gibi kınamasına rağmen suikastlarla ilgili Suriye’ye yönelik suçlamaların ve uluslararası baskı politikasının uzağında kalmayı tercih etti. Hatta ABD’nin engellemelerine rağmen dönemin Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer Nisan 2005’te Suriye’ye resmi bir ziyarette bulundu. Bu ziyaret Türkiye’nin bağımsız bir dış politika izleyebildiğini göstermekle beraber Suriye karar alıcıları ve halkı tarafından Suriye’ye zor günlerinde bir destek olarak algılandı ve Türkiye’nin Arap dünyası nezdinde itibarını arttırdı. Bununla birlikte Türkiye’nin Hariri suikastıyla ilgili taraf olmaktan kaçınan ve bölgedeki krizleri diplomasi yoluyla azaltmaya çalışan bir dış politika sergilediğini belirtmek gerekiyor.

Temmuz-Ağustos 2006’da İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırısı sırasında da Türkiye Lübnan’daki gelişmelere müdahil olma çabasını aleni bir şekilde gösterdi. Savaş sırasında Türk devleti ve sivil toplum kurumları Lübnan’a 20 milyon dolarlık insani yardım gönderdi. Ağustos 2006’da Lübnan ve İsrail’i ziyaret eden dönemin Türkiye Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, iki ülke yetkilileriyle Lübnan’da sağlanan ateşkesin ardından bölgeye gönderilmesi planlanan uluslararası barış gücüne Türkiye’nin katılması konusunu görüştü. 5 Eylül 2006 tarihinde TBMM’de Lübnan’a asker gönderilmesine ilişkin Başbakanlık tezkeresinin onaylanmasının ardından BM barış gücü kapsamında 261 kişilik Türk İstihkâm ve İnşaat Bölüğü Lübnan’ın Sur kenti yakınlarında görev yapmaya başladı.   Temmuz-Ağustos 2006 Lübnan Savaş’ın sonrasında Lübnan’ın yeniden yapılandırılması için Stockholm ve Paris’te düzenlenen yardım konferanslarına Türkiye 30 milyon dolarlık katkı yaptı.[1]

Ekim 2007- Mayıs 2008 tarihleri arasında süren ve Mayıs ayında kısa süreli bir iç çatışmaya dönüşen Lübnan Devlet Başkanlığı Krizinde de Türkiye krizin sona ermesi ve Lübnanlı siyasi gruplar arasında uzlaşmanın sağlanması için büyük bir diplomatik çaba gösterdi. Katar’ın öncülüğünde Doha’da Lübnanlı gruplar arasında bir uzlaşmanın sağlanmasının ardından Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın, Lübnan Parlamentosu’nda yapılan devlet başkanlığı seçimi ve yemin törenine katılması, Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak Lübnan’la ilgilendiğinin ve gelecekte de ilgileneceğinin önemli bir göstergesidir.

Son 5 yılda Türkiye’nin Lübnan’la ilgili iki önemli sorun yaşadığını da göz ardı etmemek gerekiyor. Bu sorunların ilki Lübnanlı Ermeni azınlığın Türkiye düşmanlığına yönelik kışkırtma faaliyetlerinin devam etmesi, ikincisi ise Suriye karşıtı 14 Mart Koalisyonunun kurduğu hükümetin Ocak 2007’da Kıbrıs Rum Kesimi’yle münhasır ekonomik bölgenin belirlenmesi antlaşması imzalamasıdır. Son dönemde Lübnanlı Ermenilerin Türkiye karşıtı eylemleri sınırlandırılmış gibi görünse de, Haziran 2005’te Beyrut’ta yapılan 11. Arap Ekonomik Forumu’na katılan Türkiye Başbakanı Erdoğan’a karşı Ermenilerin düzenlediği gösteriler, gösterilerde kullanılan şiddet ve hakaret içeren pankartlar ve Türk bayrağının yakılması hadiseleri, Lübnan’daki Ermeni azınlığın içindeki Türk düşmanlığının hala aynı sıcaklığını koruduğunu gösterdi. Lübnan, belki de dünyadaki Ermeni halkının en radikal ve uzlaşmaz gruplarını içinde barındırmaktadır. Lübnan’daki Ermeni azınlığın, her fırsat bulduğunda Türkiye karşıtı saldırgan ve şiddete yaktın söylemlerini eyleme dökme gayreti içerisinde oldukları rahatlıkla söylenebilir. Öyle ki 2000 yılında Lübnan parlamentosunda 1915 Olayları’nın “soykırım” olarak tanınmasını sağlamışlardır.

Türkiye’nin son dönemde Lübnan’la ilgili en önemli sorunlarından biri de Lübnan’ın Ocak 2007’de Kıbrıs Rum Kesimi’yle münhasır ekonomik bölgenin belirlenmesi antlaşması imzalaması oldu. Antlaşma, KKTC’yi yok sayarak Doğu Akdeniz’deki mali büyüklüğü 400 milyar dolar olduğu söylenen petrol rezervlerini çıkarma konusunda iki ülkenin işbirliğini öngörmektedir.  Türkiye Dışişleri Bakanlığı antlaşmaya tepki olarak Lübnan’a “Doğu Akdeniz’de çıkabilecek bir krizin parçası olursunuz” şeklinde sert bir uyarıyla protesto notası verdi. Mısır da 2003 yılında Kıbrıs Rum Kesimi’yle benzer bir antlaşma imzalamıştı. Tabi ki buradaki temel sorun, Türkiye dışındaki tüm Akdeniz’e kıyısı olan devletlerin Kıbrıslı Rumları “Ada’nın tek temsilcisi” olarak tanımasından kaynaklanmaktadır.

Türkiye  Lübnan’a Yönelik Dış Politikasında Nelere Dikkat Etmeli?

1) Türkiye’nin Lübnan iç politikasındaki temel aktörlerin pozisyonlarını ve iç çatışmaların tarihsel ve toplumsal tabanını göz ardı ederek bu ülkeye yönelik uygulayacağı bir dış politika başarıya ulaşamaz. Lübnan siyasetin kaygan bir zeminde yapıldığı ve kriz çıkarma potansiyeli yüksek bir ülke olduğu kesinlikle unutulmamalıdır. Bu durum geçmişte de böyleydi ve büyük olasılıkla gelecekte de böyle olacak gibi görünüyor.  Türkiye çıkabilecek olası krizleri iyi takip edip hızlı bir diplomasiyle müdahale edebilirse Lübnan iç politikasında arabulucu bir rol elde edebilir. Türkiye bölgedeki tarihsel mirası ve tarafsız bakış açısını ustaca bir diplomasiyle birleştirebilirse, Lübnan’da farklı grupların Türkiye’yi duyduğu sempatiyi ve güveni arttırabilecektir, krizlere müdahil olabilecektir.

2) Lübnan siyasi, ekonomik ve askeri güç kapasitesi sınırlı küçük bir devlet olsa da, sahip olduğu jeopolitik konum ve bölgedeki güç dengeleri açısından hassas bir unsur olmasından dolayı stratejik bir öneme sahiptir. Lübnan’da çatışma ve istikrarsızlık içeren krizler, yakın çevresindeki Filistin, Irak, Kıbrıs gibi kriz alanlarını etkilemekte, dış güçlerin müdahale etmesine ve krizlerin daha geniş alanlara yayılmasına hizmet etmektedir.

3) Lübnan’ın iç politikasına yönelik dış müdahaleler ülkenin reel politiğinin bir parçasıdır.  ABD, Fransa ve İngiltere gibi Batılı güçler ve Suriye, İran, Suudi Arabistan, Mısır ve İsrail gibi bölgesel aktörler bir şekilde Lübnan siyasetinin içinde her zaman olacaktır. Türkiye, bu aktörlerin bir kısmıyla rekabete girmeyi bir kısmıyla da işbirliği yapmayı göz önünde bulundurmalıdır.  Türkiye’nin en fazla rekabete gireceği aktörün Fransa, işbirliğine en yatkın aktörünse Suriye olduğu aşikârdır.

4) Suriyesiz bir Lübnan politikası başarıya ulaşamaz. Türkiye, Suriye’yi yok sayarak veya karşısına alarak başarılı bir politika geliştiremez. Suriye ve Lübnan tarih boyunca siyasi, ekonomik ve kültürel olarak birbirinin uzantısı olan tek bir coğrafya olarak var olmuştur. Fransız Mandası döneminde Hıristiyanların denetiminde bir Lübnan devleti yaratılmak istense de 20.yy boyunca olanlar iki yeni devletin yoğun bir karşılıklı etkileşim haline bulunduğunu ve birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini göstermektedir. Öyle ki 2000’li yıllarda Türkiye’nin Suriye ile ilişkilerini önce normalleştirip ardından hızla geliştirmesi Lübnan’la olan ilişkilere de yansımıştır. Bu bağlamda Suriye’nin Lübnan’daki etkisi, Türkiye’nin Lübnan politikasında kolaylaştırıcı bir unsur olarak kullanılabilir.

5) Lübnanlı Ermeni azınlığa dikkat edilmeli. Hizbullah liderliğindeki 8 Mart Koalisyonu Haziran 2009 seçimlerinden galip çıkar ve iktidarı kurarsa, koalisyonun içindeki aşırı milliyetçi Taşnak Partisi, kabineye bakan sokarak Lübnan’daki Ermeni lobi gücünü arttırabilir. Böyle bir durumun gelişen Türkiye Lübnan ilişkilerini kesintiye uğratmasını engellemeye yönelik diplomatik tedbirler acil olarak alınmalıdır.

6) Hizbullah’ın Lübnan’da yakın gelecekteki siyasi ve askeri durumu iyi okunmalıdır. Hizbullah kurulduğu 1980’lerden bu yana hızla Lübnanlaşıyor (Burada kastettiğim dini parçalanmışlık manasında bir Lübnanlaşma değil, Lübnan’a özgü ortak yaşama kültürüne alışma ve siyasileşme süreci). Hizbullah, Hariri suikastı sonrası yaptığı sokak gösterilerinde ilk defa Hizbullah bayrağının yanında Lübnan bayrağını da sıkça kullanmış, yine İsrail’e karşı verdiği direniş mücadelesinden dolayı ülkedeki Şiiler dışındaki gruplarında sempatisini ve desteğini sağlamıştır. 2009’un ilk aylarından itibaren İngiltere ve Fransa’nın Hizbullah’a yönelik ilgisini ve diplomatik temaslarını arttırması, ABD’nin de yakın gelecekte Hizbullah’ın Lübnan’daki siyasi varlığını kabul etme olasılığını ortaya çıkarabilir. Tabi ki İsrail’in güvenliğini tehdit etmeyen ve İran’la ilişkilerini kesen bir Hizbullah’ın varlığını. İçinde bulunduğumuz uluslararası konjonktürde seçimleri kazanan bir Hizbullah’ın başına Ham as’ın başına gelenlerin (tanınmama ve ambargo) gelme olasılığı düşük gibi görünüyor. ABD ve Avrupalı devletler, iktidarın nimetlerinden yararlanacak Hizbullah’ın ılımlılaşacağı ve İran’la bağlarını gevşeteceği beklentisi içinde olabilir. Bu bağlamda Türkiye’nin Lübnan’daki Şii örgütler (Hizbullah ve Emel) ve Michel Aoun’un Özgür Yurtsever Hareketi ile daha yakın ilişkiler kurması uzun vadede Türkiye’nin Lübnan üzerindeki hareket kabiliyetini yükseltebilir. Özellikle Lübnan’daki Ermeni Taşnak Partisi’nin faaliyetlerinin kontrol edilmesi için bu iki gruba özel bir ilgiyle yaklaşılması Türkiye’nin ulusal çıkarları için hayati önem sahip olabilir.

7) Haziran 2009 Lübnan Parlamento seçimleri ülkedeki yeni güç dağılımı ortaya koyacaktır. Parlamento seçimleri yaklaşırken 14 Mart ve 8 Mart Koalisyonları arasındaki siyasi tansiyon gittikçe yükseliyor. Lübnan parlamento seçimlerinin ülke içindeki güç dengelerini belirlemekle birlikte bölgesel düzeyde de etkileri olacağı aşikâr. Hizbullah Genel Sekreteri Naim Kasım, 70 civarında milletvekili kazanarak seçimleri kazanacakları iddiasında. 8 Martçıların seçimlere iddialı girdiği kesin. Fakat geçen yıl Mayıs ayında Beyrut’ta çıkan çatışmalarda Hizbullah’ı ilk defa ülke içerisinde silahlı gücünü kullanması ve Sünni bölgesi olan Batı Beyrut’u işgal etmesi seçimlerde Hizbullah karşı tepki oyları olarak yansıyabileceğini de unutmamak gerekiyor.

14 Mart Koalisyonuna gelince. 14 Martçıların 2005’teki seçimlerden bu yana güç kaybettiği ve koalisyonun içinde bazı sorunların yaşandığı aşikâr. Son günlerde İlerici Sosyalist Partisi’nin Dürzî lideri Velid Canbolat’ın 14 Martçı koalisyonun lideri konumundaki Müstakbel Partisi’yle girdiği tartışma bunun bir göstergesi olabilir. Canbolat, bölgesel dengelerin değiştiğini ve Müstakbel Partisi’nin bunu fark etmediğini söylerken, Müstakbel Partisi ise Canbulat’ı fırsatçılıkla suçluyor. Tüm bu gelişmelere rağmen seçimleri büyük bir mücadeleye sahne olması bekleniyor. Lübnan siyasetinin ailesel hatta kişisel çıkara dayalı kaygan bir zeminde işlemesi yakın geleceğe yönelik tahminlerin yapılmasını bile zorlaştırmaktadır. Türkiye’nin bu seçim sürecini ve seçimin ülke içindeki ve bölge düzeyindeki etkilerini yakından takip etmesi gerekiyor. Bu bağlamda Hizbullah ve Michel Aoun’a yönelik diplomatik temaslar, Lübnan’ın iç dengeleri sarsılmadan ve Lübnanlı Sünni ve Dürzî gruplar gücendirilmeden yapılmalıdır.

Fuat Karacalı

Uluslararası İlişliler Uzmanı

Yazarın tüm yazıları için tıklayın. Yazara E-Posta atmak için tıklayın.

 


[1] Zahide Tuba Kor : “Orta Doğunun Aynası Lübnan “  İHH Araştırma Yayınları Birimi 1. Basım Aralık 2009 ss.138

 

Devamını Oku
Reklam
Yorum Yapmak İçin Tıklayın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Copyright © 2022 Orbis Medya Bilgi ve İletişim Teknolojileri Ltd. Şti. Her hakkı saklıdır. Web sitemizdeki haber, makale ve içeriklerin her hakkı saklıdır. İçeriklerimizin izinsiz kullanımı halinde yasal işlem başlatılacaktır.