Tunus’ta başlayan halk hareketinin ardından 14 Aralık’ta Zeynel Abidin Ali’nin 24 yıllık iktidarını terk etmesi ve ardından Mısır’da başlayan halk hareketi ile de Hüsnü Mübarek’in 30 yıllık iktidarını 12 Şubat’ta devretmek zorunda kalması, Soğuk Savaş döneminden bu yana devam eden yapının artık sürdürülemez olduğunun önemli bir işaretidir. Nitekim bu iki ülkenin ardından Orta Doğu’nun birçok ülkesinde başlayan gösteriler, şu anda özellikle Libya’da etkisini göstermekte.
Libya’daki gösterilerin sonucunda Muammer Kaddafi’nin 42 yıllık koltuğundan vazgeçip vazgeçmeyeceği henüz netleşmemekle beraber, iktidarı kanlı bir şekilde devam etse de Kaddafi’nin artık eskisi kadar rahat olmayacağı ve kendini güvende hissetmeyeceği açıktır.
Gösterilerin, gizli servislerin dışarıdan yapmış olduğu müdahalelerle başladığını veya iktidar değişimlerinin ardında bölge dışı güçlerin bulunduğunu iddia etmek oldukça güçtür. Böylesine bir tespit, söz konusu ülkelerin, yıllardan beri halkı dikkate almadan baskıcı yöntemlerle sürdürdükleri iktidarlarının artık dayanılmaz noktaya geldiğini göz ardı etmektir. Bu nedenle Orta Doğu’daki değişimleri Kadife veya Renkli Devrimlerle ilişkilendirmek yerine, temelsiz komplo teorileri bir kenara bırakılmalıdır. İster Tunus ister Mısır ister Libya’da olsun, gösteriler çıkış itibarıyla her bir ülkenin kendi içsel dinamikleri çerçevesinde başlamıştır. Ancak gösterilerin Tunus ve Mısır’da başarıya ulaşması, diğer bölge halklarını cesaretlendirmiş ve harekete geçmesini kolaylaştırmıştır. Bu nedenle sürecin Libya’da da değişimi getirerek başarıya ulaşması, farklı ülkelerde yeni hareketleri de beraberinde getirecektir.
2011’in ilk iki ayında iki iktidarın son bulması ve üçüncü ayına doğru giderken Libya’nın da potaya girmesi karşısında, ABD’nin tavrı üzerinde durmak gerekir. Zira ABD deyim yerindeyse, hazırlıksız yakalandıkları değişim/dönüşüm sürecine adapte olmaya yönelik politikalar yürütmeye çalışmaktadır.
İşin ironik tarafı, ABD’nin 2000’li yılların başından itibaren dile getirmeye başladığı ve siyasal hakların arttırılması, siyasal katılımı teşvik ve radikal akımların engellenmesi gibi başlıklara sahip olan Büyük Orta Doğu Projesinin (BOP) kontrol dışı bir şekilde devreye girmiş olmasıdır. Ancak ABD’nin özellikle George W. Bush döneminde uygulamaya sokmak istediği BOP, esas olarak Soğuk Savaş sonrası dönemde Orta Doğu bölgesinde Amerikan çıkarlarını gözeten yeni bir yapının oluşturulmasını amaçlamaktaydı. Bu nedenle Büyük Orta Doğu’da demokrasinin teşvik edilmesi için herhangi ciddi bir adım atılmamıştı. Bunun yerine, anti-demokratik veya baskıcı olsa da “müttefik” olarak adlandırılan mevcut rejimlerle işbirliğinin yürütülmesi tercih edilmişti. Bir rejim, hayati derece Amerikan çıkarlarını tehdit ettiğinde ise 2003’te Irak’ın işgalinde görüldüğü gibi “özgürlük” getirmek için müdahalede bulunulmuştu.
Günümüzde ise oldukça farklı bir tabloyla karşı karşıyayız. Zira Orta Doğu’daki iktidar değişimleri, Amerikan müdahalesi ile değil; kendiliğinden yaşanmaya başlanmıştır. ABD ise geçmişte olduğu gibi oyun kurucu pozisyonunda değil; oyuna sonradan dâhil olmaya çalışan taraf rolündedir.
Bu durum, ABD’nin dönüşüm sürecinin hiçbir safhasında etkili olmayacağı anlamına gelmemelidir. Zira ABD, Tunus’taki değişimde yaşadığı şokun ardından Mısır’da nispeten hızlı bir şekilde harekete geçmiş ve Orta Doğu’daki güvenlik yapılanmasının önemli bir ayağı olan Mübarek rejimine destek vermek yerine, değişimden yana tavır koymuştur. Bir başka ifadeyle ABD, kontrol altına alamadığı değişim sürecinin başlangıcından sonra harekete geçmiş ve Mısır’daki geçiş sürecinin mümkün olduğunca kontrollü bir şekilde gerçekleşmesi için yeni dönem aktörleriyle ilişkiye geçmiştir.
İktidar değişikliklerinin çok sıcak olması ve değişimin ne yönde şekilleneceğinin henüz belli olmaması, mutlak öngörülerde bulunmayı zorlaştırmaktadır. İki aylık süreci göz önünde bulundurarak bir değerlendirme yapmak gerekirse, ABD’nin yeni döneme adapte olma arayışlarının Avrupa ülkelerine göre daha fazla olduğu söylenebilir. Ancak Orta Doğu’daki dönüşüm sürecinin, Amerikan çıkarlarına daha uygun bir bölgesel yapı ortaya çıkarma ihtimali olduğu kadar; tamamen Amerikan çıkarlarına aykırı bir yapıyı da ortaya çıkarabileceği göz ardı edilmemelidir.
Bu dönüşümlerden özellikle Mısır ve Bahreyn’deki süreçler, ABD açısından hayati olarak görülmekte ve dikkatle izlenmektedir. Zira ABD’nin Orta Doğu’da en önemli iki amacından biri, petrolün sorunsuz bir şekilde çıkarılması ve piyasalara ulaştırılmasıyken; bir diğeri de İsrail’in güvenliğidir. Mısır’daki geçiş sürecinin sonucu, ABD’nin her iki politikasını etkileyebilecektir. Bahreyn’deki süreç ise İran’ın Körfez bölgesindeki nüfuzunu arttırmasına ve dolayısıyla bölgedeki Amerikan yanlısı petrol üreticisi ülkeler üzerindeki baskısını arttırmasına yol açacaktır.
Yrd. Doç. Dr. Ferhat Pirinççi
Uludağ Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü