Ortadoğu kavramı üzerine birçok siyasi , coğrafi , kültürel vb. tanımlamalar yapıla gelmiştir günümüze dek. Lakin benim üzerinde şiddetle durmak istediğim, bugün gelinen nokta itibariyle bölgenin aslında yıllardan beri var olan bir rahatsızlığının açığa çıkışı üzerinden bir tanımlayışa gitmek olacaktır.
Ortadoğu; her açıdan muazzam bir zenginliğin içine doğmuş olan, üzerinde birbirini duymayan, görmeyen, tanımamazlıktan gelen halkların ikamet ettiği, adını dünyanın rotasını belirleme görevini kendinde görmüş olan güçlerden almış bölgedir. Biz de her ne kadar tercih etmek istemesek de yazı boyunca bu terimi kullanacağız. Böylesine karamsar bir tanımın yapılmasının ardında bölgede seyir halinde olan halk hareketleri esnasında takındığımız tutumun bizatihi kendisi yatmaktadır. Halk hareketlerinin başlangıç noktası olarak niteleyebileceğimiz Tunus’ta olanlara Türkiye’nin bu kadar geç tepki vermesinin nedeni de bu iletişimsizliğin bir parçası olarak görülebilir. Davos’ta yapılan çıkışla bölgede yaşayan halklar üzerinde itibarına itibar katan Türkiye nedense tüm bu yaşananlara geç tepki verdi. Bu kadar birbirine yakın konuşlanıp bir o kadar da birbirine uzak olma hali bölgede hüküm süren hükümletlerin dış politikalarının patolojik bir rahatsızlığı olarak nitelendirilebilir. Bölgede olanları bizzat o bölgeden değil de ısrarla “Ortadoğu” diye damgalayan medya üzerinden okuma çabası da bu rahatsızlığın semptomlarından biri olsa gerek.
Burada Batıyı yadsımak gibi bir çıkarıma varmak değil niyetimiz elbette. Genel bir rahatsızlık hali olarak, tüm bu olanlara ismi bulamamak, analiz edememek , arkasında ne tür güçlerin olduğunu ortaya çıkarma telaşesi birbirimizle ortak bir dilimizin olmadığını gösterir ki işte hiç üzerine konuşulmayan hususlardan biri de budur. Nitekim Tunuslu gazeteci Mohammed Adil’de Uludağ Üniversitesi’nde yapmış olduğu konuşmada bu durumdan yakınmaktadır. Tunuslu gazeteci tüm bu gelişmeleri Batı medyasından değil de bizatihi bölgenin kendi dinamiğinde nefes almakta olan medyadan takip etmek gerektiğinden dem vurmuştur. Aynı zamanda Tasca’nın (Türk-Arap Bilim Kültür ve Sanat Derneği) da başkanı olan gazeteci halkların birbirine uzak olduğunu, bu eksikliğin giderilmesi için çeşitli anlaşmalarla öğrenci değişim programları yapılması gerektiğini dile getirmiştir. Umuyoruz ki tüm bu öneriler “Arap Baharı” diye nitelendirilen şu hareketli günlerin ardından unutulmaya yüz tutmaz.
Değinmemiz gereken diğer bir husus da Türkiye’de belirli bir kesimin ısrarla tüm bu olanları büyük güçlerin bir oyunu olarak yorumlayıp, akabinde komplo teorisi üretme sanrısına yakalanmış olmasıydı. Benim görüşüm bu olanların komplo olamayacağı yönündedir. Nitekim bu sürece varana dek, gerek Tunus gerekse diğer ülkelerden takip etmeye çalıştığım bloglarda birtakım hükümet uygulamaları zaten eleştirilmekteydi. Bu nedenle tüm bu olanlara komplo yakıştırması yapıp uzaktan seyir haline geçmek, üniversite mezunu Mohammed Bouaziz’in kendini feda edişine, meydanlarda tanklardan gelen tazyikli suya rağmen ısrarla yürümeye devam edenlere, bloglarında cesurca hükümeti eleştiren ve yürüşlerde ön safhalarda boy gösteren bilhassa kadınlara ve erkeklere haksızlık etmek demektir. O bölgeyi iyi okuyamamak, halkın sesini duyamamak demektir. Zira kendimize şöyle bir soru sorsak ne cevap verebiliriz acaba merak ediyorum. Bu olaylar olmadan evvel kaçımız Tunuslu bir şarkıcıyı dinliyorduk ya da Lübnan’lı bir edebiyatçının yazdığı satırlarda kendimizi buluyorduk? Nedense yaşadığımız coğrafyayı, bu coğrafyadaki dilleri, buradan yetişen edebiyatlara bihaber büyümekteyiz. Felsefe bölümünde kaç öğrenci İbn Haldun okumaya yönelir? Yıllardır Batı şemsiyesi altında yağmura tutulduğumuz için başka yönlerin yağmurunda ıslanmak bize zor geliyor sanıyorum ki…
Son olarak belirtmek istediğim şu ki, Türkiye’nin bölgeye model olup olamayacağı , diğer devletlerin bölge üzerinde ne gibi planlarının olduğu tartışmalarından evvel Türkiye’nin bölge halkalarıyla yakınlaşma çabalarını gösterme vaktidir. Bölgenin muazzam doğal kaynak rezervlerine sahip olduğu bilinen bir gerçek ve bu da bölgenin jeostratejik konumunu paha biçilemez bir hale sokmaktadır. Lakin bir gerçek de şu ki, bölge aynı zamanda muazzam bir kültürel geçmişe sahiptir. İşte Ortadoğu’yu anlamak biraz da bu kültürel geçmişten haberdar olmakla mümkün olacaktır. Bu süreçte başvuracağımız tek rehber ise sanat olacaktır. Zira sanat , keyfice konulmuş sınırları aşan, birbirinden uzak düşmüş iki halkın acılarını ortak kılan , empati yapmaya olanak veren tek özgürleşme alanıdır. Ortadoğu’ya uyanmanın en kuvvetli aracıdır. “Arap Baharı” esintisinin bıraktığı izleri unutmamak dileğiyle…
Sebiha Yaba
Uludağ Üniversitesi