Son zamanlarda Türkiye’nin dış politikası hem ülke içinde hem de uluslararası alanda çok eleştirilen ve yalnızlaştığına dair tezler ortaya atılan bir alan. Bu eleştirilerin bir kısmı siyasi olmakla birlikte, bir kısmı da dış politikanın işleyişine dair, teorik mahiyette olan eleştirilerdir.
Aslında Türk dış politikası Ak Parti iktidarıyla birlikte istikrarlı bir hâl almıştı. Cumhuriyetin ilk 90 yılında dış politikanın temel ilkeleri ‘Statükoculuk ve Batıcılık’ idi. Bu iki prensip Türk halkının da zihnine yerleştirilmiş olan “üç tarafımız denizlerle, dört tarafımız düşmanlarla çevrili” sloganına paralel ilkelerdi. Ancak bu eski zihin yapısıyla, Türkiye’nin kendi coğrafyasıyla bütünleşmesi mümkün değildi. Bu yüzden Ak Parti’nin iktidara gelişiyle birlikte bu iki ilke terk edildi ve proaktif politikalara geçildi. Daha önce Ortadoğu, Orta Asya ve Afrika gibi bölgelerle ilişkilerini geliştirmeyen Türkiye, eski risk alanlarını fırsatlara dönüştürmek için ritmik diplomasiyi uygulamaya başladı.
Bu yeni vizyon sahibi dış politikada, ’güvenlik ile demokrasi, komşularla sıfır sorun politikası ile proaktif ve önalıcı diplomasi’ gibi Türkiye’nin yumuşak gücüne son derece olumlu katkıları olan operasyonel ilkeler benimsenmiştir.
Komşularla Sıfır Sorun yaklaşımı 2003-2011 arasında sekiz yıl boyunca titizlikle uygulandı. Bu prensip Güney Kafkasya’da Azeri topraklarının dörtte birini işgal altında tutan Ermenistan dışında, bütün komşu ülkelerle ilişkilerde önemli ivme yarattı. Pek çoğu diktatörlükle yönetilen ülkelerde Türkiye imajı, hem ülkeyi yöneten liderler hem de o ülkelerin halk nezdinde destek buldu. Örneğin; Suriye lideri Beşşar Esad ile Türk liderleri arasında ailece görüşmeler yapılırken, Suriye halkının gözünde Türkiye imajı hiç olmadığı kadar olumlu hal aldı. Arap halkları Türkiye’ye özellikle Tayyip Erdoğan’ın etkisiyle ciddi sempati duyuyordu. Hatta Mübarek’in devrilmesinden sonra Mısırlılar ‘Erdoğan yarın bu ülkede devlet başkanlığına adaylığı koysun, rahatça seçilir.’ tartışmalarını başlatmıştı. Bunun neticesi olarak uluslararası alanda Türkiye’nin yeni dış politika vizyonu başta Batılı ülkelerce desteklenmişti.
Türkiye’nin ekonomik olarak ciddi büyüme oranlarına sahip olması, bunun yanında demokrasisini güçlendiren reformlar yapması, Ortadoğu ülkeleri için model ülke olma tartışmalarını da başlatmıştı. 2011 yılında Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki 16 Arap ülkesinde yapılan araştırmalarda, hakkında en olumlu düşünülen ülke yüzde 78 ile Türkiye’ydi. Ortadoğu ülkelerinin arasında başarılı rol model olarak yine Türkiye yüzde 71 oranında birinci olmuştu. Araştırmalarda Türkiye’nin Ortadoğu’da niye model olabileceği sorusunun en önemli cevabı ‘demokratik bir rejime sahip olmasıydı.’ Nitekim güçlü ekonomisi ve Müslüman kimliği bunlardan sonra geliyordu.
Bu dönemde Türkiye daha önce hiç olmadığı kadar politik ve ekonomik istikrar sağlamışken, Türk dış politikasının neredeyse bütünüyle yöneldiği Ortadoğu bölgesi 2011’den itibaren alt üst olmuştur. O tarihe kadar Türkiye’nin bu bölgede iyi ilişkiler kurduğu ve Sıfır Sorun politikası uygulamaya giriştiği unsurların, Baas türü rejimler olduğu bir vesileyle ortaya çıkmıştır. Zaten çok zor olan bölge diplomasisi Arap Baharıyla bir yangın yerine dönüştü. Türkiye, Arap Baharı ile başlayan bu yeni dönemi tarihin normalleşmesi olarak değerlendirerek coşkuyla karşılamıştı. Zaten bu durum Ankara’nın 2003 başından beri takip ettiği dış politika yaklaşımlarına uyumlu bir süreçti. Zira bu yaklaşım Türkiye’nin kendi doğal hinterlandıyla sosyal ve ekonomik olarak bütünleşmesini öngörüyordu.
Ama bunların yanında Arap Baharı sürecinde uzun yıllar yönetimde olan diktatörlere karşı halkın yanında olmayı tercih etmiş Türkiye için riskli bir süreç başlamıştı. Nitekim proaktiflik fırsat yaratan bir politikadır ama özellikle Orta Doğu gibi bir bataklıkta bu kavramın ‘risk’ kavramıyla ikiz kardeş olduğu hususu bir gerçektir. Daha sonraları bu politika, hem Suriye’de hem de darbe sonrası Mısır’da, Türkiye’nin izlediği tutumun ne kadar ağır faturalar ödenmesini gerektiğini gösterecekti.
Türkiye için özellikle Suriye’de başlayan olaylarda, şiddetin tırmanmaya başladığı andan itibaren proaktif politikayı yavaşlatmak ve biraz daha geride duran bir politika izlemeye başlamak daha uygun sonuçlar yaratabilirdi. Zaten, Türkiye’nin özellikle Orta Doğu’da ancak ve ancak Yumuşak Güç kullandığında proaktif politikalar izlemesi mümkündür. Yakın dönemdeki Suriye olayları bunun en önemli kanıtıdır. Türkiye, Sert Güç kullanımını devreye soktuğu anda, bölge içi dengelerde önemli değişiklikler ortaya çıkmıştı. Suriye’nin hem İran hem de Rusya faktörü, bunun yanında kimyasal silah gücüne sahip olması, hiç de zannedildiği gibi basit bir devlet olmadığını ortaya koymuştur. Yine F-4 Türk keşif uçağının, ısıya güdümlü füzeler tarafından vurulması, bunun daha iyi anlaşılmasını sağlamıştı.
2013 sonu gelmişken Suriye politikasını kritik etmenin zamanı geldi. Evet Suriye’de halkını katleden zalim bir rejim var ama onu devirmenin yolu bu değildi. Son Mısır darbesinde, İhvan’a yapılan silahsız eylem çağrısı, o dönemde de Suriye muhalefetine yapılmalıydı. Sivil muhalefetin militarize edilmesinin, Suriye’ye demokrasi getirmeyeceği hesap edilmeliydi. Evet Türkiye, zulümden kaçan bu mültecilere kapılarını açarak insanlık borcunu yerine getirmiştir. Ama silahlı muhalefetin bilhassa Türkiye tarafından desteklenmesinin, iç savaşa yol açacağı öngörülmeliydi.
Şimdilerde Türkiye-Suriye sınırı, silahlı grupların mücadele alanı durumunda. Suriye muhalefetinin kendi aralarında bile birleşemeyip onlarca ayrı fraksiyona bölünmesinin yanı sıra radikal kimi grupların yaptığı katliamlar da vahşetin tırmanmasına yol açıyor. Milyonlarca insanın mülteci durumuna düştüğü Suriye’de binlerce kadın tecavüze uğradı.
Bugün artık Suriye’de bir rejim ve muhalefet çatışması da çoktan geride kalmıştır. El Kaide ve Vahhabi ideolojisine bağlı radikal grupların ve bunun yanında mezhepsel çatışmaların olduğu herkes tarafından biliniyor. İç savaş sona erdiğinde ne olacağına dair kesin tahminler yürütmek de zor. Mezhepsel bölünmeler ve bir kaç farklı devletin ortaya çıkması kaçınılmaz gibi görünüyor. Bu da Türk dış politikası için ayrıca zor bir sürecin kapıda olduğunun göstergesi. Esad devrilmediği takdirde ise çok daha kötü sonuçlar doğabilir, yeni ve dişli bir düşman karşımıza çıkabilir.
Artık Suriye’de yaşanan acılar, rakamlarla ifade edilmeyecek kadar büyük. Bunun yanında Türkiye’nin bölgedeki itibarı gün geçtikçe azalıyor. 2007’den sonra Davos ve Mavi Marmara krizleri ardından İsrail’le, Malatya’ya kurulan füze radarları sonrası İran’la ilişkiler son derece hasmane yöne kaydı. Diğer taraftan AK Parti hükümetinin İhvan’la kurduğu yakın ilişkiler, darbe sonrası rejime öfke kusan açıklamaları hem Mısır’la hem de Körfez monarşileriyle arasının açılmasına neden oldu. Hatta son zamanlarda güçlü Körfez sermayesinin medya kanallarında ve internet sitelerinde Türkiye’yle ilgili tek iyi haber yer almazken, çok sayıda Erdoğan’ı eleştiren makaleler çıkıyor. Mısır’ın darbeci yönetiminin büyükelçimizi istenmeyen adam ilan etmesi ve iki ülke arasındaki ilişkilerin maslahatgüzar seviyesine indirilmesi, Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleriyle arasındaki ilişkilerin iyice gerildiğini gösteriyor.
Sonuç olarak, son yıllarda yumuşak güç ve ilkeli politikalar izleyen Türkiye’nin, hem bölgesel hem de küresel anlamda kazandığı prestij 2011’den sonra büyük zarar görmeye başladı. Bu durum, dış politikada hızlı bir şekilde revizyona gidilmesi gerektiğini bize gösteriyor. Her ne kadar hükümet bu durumu fark edip, Irak merkez hükümeti ve İran gibi ülkelerle ilişkilerde dönüşüm adımları atsa da bu ülkelerle sorunların çözüm yolu Suriye’den geçiyor. Suriye konusunda henüz farklı bir adım atmayan Türkiye’nin, bu ülkelerle iyi ilişkiler geliştirmesini beklemek fazla iyimserlik olur.
Türk dış politikası çok kritik bir dönem yaşamaktadır. Arap Baharı’yla başlayan demokratikleşme istekleri 3.yılında eski koşulların tekrar oluşmasına son derece müsait. Eğer bu ayaklanmalar bu şekilde sonlanırsa, bu aynı zamanda Türkiye’nin bölgede oynayacağı rolün bitmesi anlamına gelecektir. Batı ile barışmış İran ve eski müttefiki Suriye’nin, hem jeopolitik hem de jeoekonomik alanlarda, bölgede Türkiye’nin rolünü oynamaya başlaması kaçınılmaz. Bütün bu hususları dikkate aldığımızda Türk dış politikasında anlık ve duygusal tepkilerden uzak, bölgesel ve küresel çıkarlarını gözeten politikalar uygulanması gerekir. Bunun için kritik bakış açısıyla mülahazaların değerlendirilmesi ve gerekli revizyonların uygulanması gerekmektedir.
Hazinadar Hasan Hız
İstanbul Üniversitesi
yusuf kavalcı
30/11/2013 at 08:39
gayet doğru tanımlamalar olmuş hasan yeğenim komşularımızı değiştirme imkanımız omamayacağı için dış politikalarımızı yılılık değil 100 yıllık planlamalıyız seçilmişlerin bu halktan aldıkları vekaletleri heba etmemeleri birinci öncelikleri olmalı aldıkları kararların tüm etkilerini iyi analiz etmeliler bu milletin artık zaman kaybetmeye tahammülü kalmadı.